1 Aralık 2013 Pazar



Gravity (Yerçekimi)

Son dönem ses getiren bir film Gravity... 
Ses getirmesinin önemli nedeni belki de 100 000 000$ lık bütçesidir. Açıkcası Titanic'in yarısı kadar bir bütçesi var ancak film yalnızca iki oyuncu üstünden ilerliyor ve mekansız senaryosuyla bütçeyi duyunca ister istemez kendimizi beklentilere kaptırmaktan alamıyoruz...


Konusuna kısaca değinmek gerekirse, her halinden zeki olduğu belli olan doktorumuz Ryan Stone (Sandra Bullock) vurdumduymazlığını net bir şekilde hissettiğimiz deneyimli astronotumuz Matt Kowalsky (George Clooney) ile bir uzay yolculuğuna çıkarlar. Görevleri Hubble Teleskobunu tamir etmek ve geri dönmektir. Herşey rutin ve yolunda görünürken olanlar olur. Uzayda yapayalnız kalan bu iki astronot bir şekilde hayatta kalmaya çalışacaklar ve yaşadıkları gerilimle bizi bizden alacaklardır.








Burada olduğu gibi senaryonun kişi ve mekan tarafından kısıtlandığı filmlerin yönetmen başarı olduğunu düşünmeden kendimi alamıyorum. Meksikalı yönetmenimiz Alfonso Cuaron filmi öyle sahiplenmiş ki yönetmekle kalmamış senaryosunu oğlu ile birlikte yazmış. Harry Potter ve Azkaban Tutsağı'ndan aşina olduğumuz Cuaron, bu filmle aykırı yönetmenimiz Quentin Tarantino'nun beğendiğim 10 film listesine girmekle kalmamış Avatar filminin efsanevi yönetmeni James Cameron'dan övgüleri toplamış. 70. Venedik Film Festivali'nin açılış filmi olmasını da es geçmemek boynumuzun borcudur. Ne de olsa Venedik Film festivali dünyanın en eski film festivali ve prestijini tartışmak bile söz konusu değil...

Filmin 3D olması oldukça yerinde bir seçim olmuş. Filmi izlerken zaman zaman kendimizi uzayda hissedip Dr. Ryan'ın tüpündeki oksijen azaldığında nefessiz kalıyoruz. Matt'in rahatlığını da sempatik bulmamızın nedeni uzayın rahatsız ediliciliğini umursamaz tavırlarını rahatlatıcı olması belkide.


Gelelim filmi kendi şovuna dönüştüren Sandra Bulloc'a...





Kalbimizi Hız Tuzağı ile fethetmiş komşu kızı edalı, sevimli ve birçok kişi tarafından acayip derecede seksi bulunan Bulloc Dr. Ryan rolüyle karşımızda. Açıkcası bu rolün kendisinden önce birçok farklı kişiye teklif edilmiş olması sanırım onun adına üzücü olmuştur. Söylenenlere göre Angelina Jolie bu rolü iki defa reddetmiş, daha sonra Nathalie Portman'a sunulan teklif oyuncunun hamile olması nedeni ile dolaylı bir red daha almıştır. Rachel Weisz, Naomi Watts, Marion Cotillard, Sienna Miller ve Scarlett Johansson gibi gözde birçok oyuncu düşünülmüş hatta birkaçı ile görüşme bile yapılmış. ancak rolü Bulloc üstlenmiştir. Genelde komedi filmlerinde görmeye alıştığımız Oscar ödüllü oyuncu filmde oldukça başarılı bir performans sergilemiş ve son kararın kendisi için verilmesini sonuna dek hakketmiştir. Bulloc'un yerçekimi olmayan bir ortamdaymış gibi hareket edebilmek için hareket koçuyla çalışmalar yaptığını da söylemeden geçmek olmaz... 

George Clooney'den bahsetmezsek ayıp etmiş oluruz...





Clooney'de Bulloc ile aynı kaderi yaşamış film için kendisinden önce Robert Downey Jr. düşünülmüş... Normal hayatında da eşek şakaları ile meşhur olan, yaşlanmaktan korkmayan kimilerine göre geç keşfedilmiş Oscarlı oyuncumuz Clooney de doğrusu rolünün hakkını vermiş.Matt karakterinin umursamaz ama kendinden emin tavırları uzayda bir akıl hocasına ihtiyaç duyan Ryan'ın sığınağı olmuş adeta.


Uzayda olduğunuz hissetmek isterseniz,kesinlikle filmi izlemenizi tavsiye ederim. Film sizi uzayın derinliklerine çağırıp orada bırakıyor.






16 Ekim 2013 Çarşamba

Çingeneler Zamanı (Dom Za Vesanje/ Time of the Gypsies)

Muhteşem müziklerle yoğrulmuş, acıklı kimi zaman komik ve tam anlamıyla gerçekçiliği ile bizi sarmalayan bir film... 
Herhalde Çingeneler Zamanı'nın bu kadar gerçekçi olmasının en büyük sebebi, filmin tamamının çingenece çekilmesi ve oyuncuların çingene olması.

1988 yapımı Emir Kusturica'nın en iyi filmi olarak kabul edilen Çingeneler Zamanı Goran Bregoviç besteleri ile bizi kalbimizden vuruyor...

Esas oğlan Perhan çok sevdiği ninesi,başa bela dayısı ve hasta kız kardeşi  ile yaşayan telekinezik güçleri olan çingene bir gençtir. Boşuna esas oğlan demedik kendisi saf ve güzel kızımız Azra'ya aşıktır.
Olaylar bir şekilde gelişir ve Perhan kız kardeşini hastahaneye yatırma sözü veren çingenelerin şampiyonu (şahı) olarak tanıtılan Ahmet ile İtalya'ya doğru yola çıkar. Bu seyahat ile filmimiz farklı bir şekilde ilerlemeye başlar...Perhan bu yeni hayata, para biriktirmek ve Azra ile evlenebilmek için uyum sağlamaya çalışır. Bir yandan da hasta kardeşini bulmaya çalışır.(Film bazı noktalarda Türkan Şoray'ın Azap filmini hatırlatmakta senaryodaki benzerlik bizde de özgün bir şeyler çıkabilir fikrinin kafamızda yankılanmasına sebep olmakta)

Filmin oyuncularına bir göz atmasak ayıp etmiş oluruz...

Esas oğlan Perhan ( Davor Dujmovic)


Hindisiyle özel bir bağ kuran, duygusal, ve ninesinin bir tanesi Perhan. Azra'ya olan saf temiz aşkıyla bizi alıp götüren Davor muhteşem meyhane sahnesiyle bizi etkisi altına alır. Hele ninesine söylediği cümle yok mu işte o filmin en vurucu repliğidir. 'Kendime yalan söylemeye başladığımdan beri kimseye inanmıyorum'
Filmde başaramadığı intiharı 1999 yılında gerçek hayatında başarmış, filmi sevenlerin derin üzüntüsüne sebep olmuştur Davor. 

Perhan'ın o akıllara zarar meyhane sahnesini paylaşmamak olmaz...


Tatlı ninemiz (Ljubica Adzovic)

Khaditza karakterini canlandıran mistik güçleri olan Perhan'ın biricik ninesi Ljubica Adzovic... Kendisini birde Kara Kedi Ak Kedi filminde görme şansına erişiyoruz. Sigara tüttürmesini garipsemediğimiz, içki içmesini bile içten bulduğumuz Khaditza anaç tavrından hiçbir şey kaybetmiyor.Yaptığı elma şekerlerini unutmak mümkün değil.


Film çingenece, insan yer yer bir şeyler anlayacak gibi oluyor hatta 'komşu, haydi, naş (argo ama yine de kullanılıyor)' gibi birkaç Türkçe sözcük yakalamak da mümkün. 

Filmin unutulmaz Hıdrellez sahnesini es geçmeyi düşünmek bile yanlış olur.


Çingeneler Hint-Avrupa kökenli kalaycılık ve müzisyenlikte öne çıkan bir halktır. 

Çingeneler zamanındaki kutlamanın hikayesine değinmek gerekirse; Kalaycılıkla geçinen çingeneler havalar ısınınca su kenarında toplanıyor ve kalay işlerini bitirince de nehir kenarında güneşe doğru dönüp nehirden sularını üstlerine serpiyorlar ve dua ediyorlar. Ateş yakıp dilek diliyorlar... Emir Kusturica bu ritüeli Ederlezi (Hıdrellez) müziği eşliğinde gözler önüne seriyor.
Kim ne derse desin bu filmin en önemli özelliği müzikleri... Filmde Goran Bregoviç imzasını net bir şekilde görüyor ve kendisine hayran olmadan duramıyoruz. Ederlezi içimizi acıtırken birden Oya- Bora dan dinlediğimiz Sevmek Zamanı 'nın müziği ile canlanıyoruz.Belki de filmi bu kadar tanıdık yapan şey Goran Bregoviç'e olan gizli aşinalığımız. Sezen Aksu'nun Düğün ve Cenaze albümündeki tüm müziklerin Goran Bregoviç'e ait olması hatta bazılarının Emir Kusturica'nın film müzikleri olması aşinalığımızın en önemli sebebi belki.

Bu kadar müzik demişken filmden bir müzik paylaşmayı görev bilir, muhteşem melodilere bir hatırlatma yapması niyeti ile sunarım.


Tabi ki Emir Kusturica'ya bir selam çakmak görevimizdir. Her ne kadar kendisinin 'Biz sadece Türklerden canımızı kurtarmak için müslüman olduk' sözlerine üzülsek de hakkını teslim etmek görevimizdir...(47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde jüri başkanı olarak görev yapacak olması özellikle 'Bal' film ekibinin protestolarına neden olmuş kendisi de tepkiler yüzünden ülkesine dönmüştür.Her ne kadar kendisi söylediği sözlerin çarpıtıldığını ve abartıldığını söylese de açıklamalarının can sıkıcı olmasını yadsıyamayız. Siyasetin sanattan uzak durması gerektiğini düşünen biri olarak bu konuya detaylı bir şekilde değinmeyi uygun bulmadığımı belirtmek isterim)
Kendisinin bir müzik geçmişi olması belki filmin müziklerinin bu kadar öne çıkmasına sebep olmuştur.1988 de Cannes Film Festival'inde en iyi yönetmen ödülünü Çingeneler Zamanı ile almış adını uluslararası arenada duyurmuştur. Filmdeki hikayelerin gerçek hikayelerden yola çıkılarak kafasında şekillendiği ise bilinmektedir...
Filmin müziklerinde kaybolmanız dileği ile...
  

6 Ekim 2013 Pazar

Fight Club (Dövüş Kulübü)...

Bu filmden bahsetmemek olmazdı... İlk paylaşımlarım tabi ki beni en çok etkileyen filmler üzerinden olacak :)
Chuck Palahniuk'in yazdığı kitabı, David Fincher usta dokunuşları ile muhteşem bir film olarak bizlere sunmuş. (Fincher bu filmin yanı sıra Yedi, Zodiact ve Benjamin Buttom'un Tuhaf Hikayesi gibi filmleri ile kalbimizi fethetmiştir )

Filmin konusundan kısaca bahsetmek gerekirse; adamımız Jack (Edward Norton) 
uykusuzluk problemleri ile boğuşmaktadır ve belki de tek düze hayatı kendisini boğduğu için bilinçaltında farklı arayışlar içerisindedir. Derdinin çaresini grup terapilerinde arayan Jack tam da bu sırada bir terapide Marla (Helena Bonham Carter) ile tanışır. Marla rahat tavırları hayata dair garip bakış açısı ile Jack'i bir şekilde etkiler. Bu tanışmadan kısa bir süre sonra Jack'in hayatını değiştirecek olan, hayatın acı gerçeklerini hiç çekinmeden insanın suratına yapıştıran Tyler Durden (Brad Pitt); Jack'in hayatına resmen dalar.Durden Jack'in ulaşmak istediği tüm hedeflere ulaşmış olan bir adamdır. Jack'i asla hakkında konuşulmaması gereken bir organizasyon olan 'Dövüş Kulübü' ile tanıştıracaktır.




Peki bu filmi bu kadar efsanevi hale getiren muhteşem senaryosu mu, harika kadrosu mu yoksa David Fincher'in usta dokunuşları mı? İşte bu 3 unsurun bir araya gelmesi filmi kült filmler arasına sokmuş bununla kalmamış bir dönemin fenomen yapımı haline getirmiş. 
Filmin replikleri bir baş ucu kitabına dönüştürülebilecek kadar hayattandı ve içimize işlemişti.
Her şeyi kontrol etmeye çalışmaktan vazgeç, bırak ne olacaksa olsun. Bırak olsun demişti Tyler... Zaman zaman benim de çevremde birçok kişinin de kafasından geçen cümleyi söyleyivermişti işte. 
Başka neler dememişti ki Tyler aklımızda zihnimizde yankılanan şeyleri sıralamıştı. ' Biz Televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük, ama olmayacağız. Şimdi bunu anlamaya başlıyoruz. Bu cümleyi bir sinema tanrısı olan Brad Pitt'in ağzından duymak da tam bir ironiydi bizi sarmalayan...
Benim için can alıcı replik tüm umudumuzu kaybetmek özgürlüktür...
1999 yapımı film güncelliğini hiç yitirmeyecek olan modern yaşamın getirdiği modern köleliği muhteşem replikleri ile gözümüze sokmuştur. İşte bu rahatsız edici tutumdur belki de  insanı düşünmeye ve sorgulamaya itip kafamıza altın harflerle Tyler Durden alt kimliğini kazıyan...

Harika kadro demişken onlardan bahsetmemek olmaz... 


Edward Norton


American History X fimindeki neonazi tiplemesinden sonra sakin Jack karakteri ile karşımıza çıkması seyirciyi şaşırtmış olsa gerek ama eminim bu iki karakterin de bu denli gerçekçi bir şekilde anlatılması takdir edilesidir.

Bu rol için dövüş dersleri aldığını da belirtmeliyim.

Helena Bonham Carter




İnsan soylu bir aileden gelip bu durumu içine sindiremez mi? işte Helena Bonham tam da böyle bir insan. Filmdeki sigara içme sahnesi hala Dövüş Kulübü deyince birçok insanın gözünün önüne gelen ilk sahne... Bunda Marla karakterinin enteresan hallerinin yanı sıra Helena Bonham'ın oyunculuğunun da etkisi büyük.


Brad Pitt




Bir alter egom olacaksa Tyler olsun dedirten performans... Seven filminde bu adam sadece yakışıklı değil oyunculuğu da iyimiş dediğimiz Fight Club'da ise o bir fenomen deyip başımızı eğdiğimiz Brad Pitt daha sonra oynadığı Snatch filmi ile bence yeri doldurulamayacak bir tahta oturdu. 


David Fincher unsuruna gelince...


Bir şizofreni hastasının gözünden olayların anlatılması bunun seyirci tarafından yadırganmaması bir yönetmenin başarısından başka nedir? Dövüş sahnelerin gerçekçiliği, bazı sahnelerin yıllar önceki bir filme ait değilmiş gibi gözümüzün önünde olması bunu Fincher unsuru diye özetleyebiliriz, başka bir şey diyemeyiz.

Bazı yönetmenlerin bazı oyunculara takıntılı olduğunu düşünürüm hep Fincher'ın takıntısının Brad Pitt olduğunu düşünüyorum.   

İzlemeyenlerin izlemesi, izleyenlerinse tekrar tekrar izlemesi dileği ile...