Donnie Darko
Beyin yakan filmlerden biri... 2001 yapımı filmi sinemada izleme fırsatı bulan birçok genç filmden hiç bir şey anlamadığı gibi filmin bu derece popüler olmasına üstelik kült film segmentine geçmesine oldukça şaşırmıştır.
Hikayemiz 1988 de geçmektedir. Esas oğlan Donnie sorunlu bir tiptir ancak yine de ailesiyle sıradan sayılabilecek bir hayatı vardır. Geceleri uyuyamayan sorunlu gencimiz bir gece duyduğu sesi takip eder ve insan-tavşan karışımı çirkin hayali arkadaşı Frank ile karşılaşır. Frank Donnie'ye 28 gün 6 saat 42 dakika ve 12 saniye sonra kıyametin kopacağını müjdeler. Donnie golf sahasında uyanır ve tesadüfe bakın ki o gece nereden geldiği bilinmeyen bir uçak motoru tam da Donnie'nin odasına düşmüştür. Yani Frank Donnie'yi kurtamıştır.
Hikayemiz Frank'in Donnie'i yönlendirmeleri ve birtakım karışık olaylar silsilesi üzerine ilerlemektedir. Paralel evren ve paradoks meselesi Kelebek etkisine ilham verecek kadar komplike ve teknik detayları içermektedir. Film bir şekilde Albert Einstein ve Stephen Hawking 'e selam çakmaktadır.
Hemen uyarımızı yapalım bundan sonraki kısım sağlam spoiler içermektedir :)
Peki bu filmin bu kadar fenomen olmasının nedeni nedir? Filmde ilk izlendiğinde kesinlikle fark edilemeyen Matrix tadındaki şifreler bu filmi ilgi çekici hale getirmiştir. Daha önce belirttiğimiz üzere film 88 yılında geçmektedir. Frank tarafından verilen kıyamet takvimindeki rakamların toplamı da 88 yapmaktadır. Filmin yönetmenin kurgusu versiyonunda 28 sahne vardır vs. Rakamlarla ilgili daha birçok işlem, gizem bulunmakta tabi buna kafa yormak isteyenler için.
Filmde yaptığımız seçimler ve onun alternatif sonuçlarına yer verilmesi aslında 88 yılının referans alınmasını oldukça destekleyen bir yaklaşım. 8 Kasım 1988 de, filmde de bahsedildiği gibi, George H. W. Bush ve Michael Dukakis arasında Amerikan halkının da bu karar verme aşamasını yaşaması bir tesadüf değildir.
Paralel evrene geçişi yani zamanın bükülmesi vs artık nasıl adlandırırsanız uçak motorunun Donnie'nin odasına düşmesiyle görüyoruz ve filmin sonunda paralel evrenin alternatif yansımasıyla kafamız allak bullak oluyor.
Filmde nelere gönderme yapılmamış ki... Ancak senaryo ve yönetmenlik koltuğunda oturan Richard Kelly'nin bu göndermeleri bilerek yapıp yapmadığı konusunda biraz şüphelerimiz yok değil. Çok parlak bir kariyeri olmayan Kelly bu film ile baş yapıtımı yaptım zirvedeyken bıraktım halet-i ruhiyesi içerisinde.
Şirinlerin (SMURF) şu çok iyi bildiğimiz komünist hikayesine Donnie'nin yorumunu mu istersiniz yoksa Mason ve İlluminati locasına yapılan göndermeleri mi tercih edersiniz orası size kalmış. Tabi bu göndermelerle alakalı birkaç detayı vermesek olmaz.
Hepimizin bilği gibi İlluminati dinin sosyal hayattaki etkisine bir başkaldırı şeklinde ortaya çıkan kendilerini bilim ve mantığa dayalı sistem üzerinden hareket eden 'aydınlanmış' insanlar topluluğu olarak tanımlayan güzide bir gruptur. Filmde de 'Ölüm Nine' olarak belirtilen Roberta Sparrow eski bir rahibe ve sonradan kendini bilime adayan, ayrıca Donnie'nin kendine dayanak yaptığı ' Philosophy of time Travel' kitabının yazarı.
Yukarıdaki replik ise filmin tartışmasız efsane repliğidir. Derin anlamalar içeren bu konuşmada hayat show unda hepimizin farklı kostümler giymesine de atıfta bulunmadan geçmiyor bilge tavşanımız Frank.
Gelelim oyunculara...
Jake Gyllenheal
Mahallemizin haylaz ve sevimli çocuğu... Babanız yönetmen, anneniz senarist olsaydı bir de üstüne ablanız da sizin gibi oyuncu olmuş olsaydı 10 yaşında siz de ilk filminizde boy gösterirdiniz.
Kendisi her ne kadar esas çıkışını bu efsane film ile yapmış olsa da birçok önemli filmde başarı sağlamıştır. Brokeback Mountain filmindeki rolü ile de 4 tane ödülü kapmayı bilmiştir. ( MTV Film ödülleri 2 ödül , BAFTA ve Amy Macdonald awards )
Örümcek adam için düşünülen Tobey Maguire'nin sırtını incitmesi sonucu kendisine teklif götürülmüş maalesef Maguire'nin iyileşmesi sonucu bu rolü oynayamamıştır.
Drew Barrymore
Yahu bu kadar da sempatik gülünmez ki dedirten Barrymore idealist edebiyat hocamız olarak karşımıza çıkmakta. Daha 11 aylıkken reklamda boy gösteren Barrymore ailemizin kızı görüntüsüne oldukça zıt bir hayat yaşamış. 9 yaşında sigara ve alkole başlayan oyuncu 10 yaşında da marijuna müptelası olmuş. Çığlık filmiyle yeniden yükselişe geçen Berrymore, Donnie Darko da karşımıza aynı zamanda prodüktör olarak çıkıyor.
Yönetmenimiz Richard Kelly
Aslında bu filmden sonra işte bu adam geleceğin dahisi olabilir deyip hayal kırıklığına uğradığımız yönetmen. Aslında çoğu yönetmende olmayan senaryo yazma yeteneği ve hatta diyaloglar konusundaki başarısını es geçemeyiz. Ancak bu kadar iyi bir filmden sonra en azından buna yakın bir kalitede film beklemek hakkımız değil mi Sayın Kelly...
Kısacası başta söylediğimiz gibi beyin yakan insanı paradokslarında boğan ama merak uyandıran bir film Donnie Darko...
İzlemeyenlerin acilen izlemesi izleyenlerinden de bu detayları göz önünde tutarak yeniden değerlendirmesi dileği ile...
Film Günlüğüm
31 Temmuz 2015 Cuma
6 Temmuz 2015 Pazartesi
Gone Girl (Kayıp Kız)
Gillian Flynn'in aynı adlı romanından uyarlanmış filmimizin senaryosunu yazmak yine Gillian Flynn'e düşmüş. Flynn'de kendi insiyatifini kullanarak filmin sonunu kitaptakinden farklı bir hale getirmiş. Kitabın 8 hafta boyunca The New York Times Best Seller listesinde kalmasına bakılacak olursa bu çok okunan kitabın sonunun birçok insan tarafından bilinmesi belkide filme uyanacak merakın azalmasına sebep olabilirdi. Gillian Flynn gibi senaryo yazmaya ve medyaya uzak olmayan bir insanın bunu hesap etmiş olması da çok olası...
Filmin yönetmen koltuğunda David Fincher'ı görüyoruz. Hollywood'un 90'larda bize armağan ettiği tam anlamıyla dahi yönetmenimiz uyarlamalara yabancı değil. Kendisi daha önce 4 farklı kitabı beyaz perdeye aktararak hayranlığımızı pekiştirmiş evet David Fincher farkı var imajını kafamıza çakmştır. (Zodiac, The Curious Case Of Benjamin Button, The Girl with Dragon Tattoo ve The Social Net work)
Gelelim filmimizin konusuna...
Amerika'nın Missouri eyaletinde esas karakterlerimiz Nick (Ben Affleck) ve Amy'nin (Rosamund Pike) beşinci yıl dönümlerinin sabahıdır. Nick dışarıdan döndüğünde Amy'nin kayıp olduğunu fark eder ve hemen polise haber verir. Ancak bu basit bir kaybolma hikayesi değildir. Yavaş yavaş evliliklerinin iç yüzü ortaya çıkmaktadır. İşin içine basın ve Nick'in hiç tanımadığı Amy'nin arkadaşları da girer ve olaylar hiçte beklenmedik bir şekilde ilerler.
Filmin başında Nick'ten nefret ediyor ve kendisini bir kaşık suda boğmak istiyoruz. Amy gibi güzel, yetenekli ve aynı zamanda asil bir kadına layık bulmuyoruz. Basında Nick nasıl gösteriliyorsa bizde halk gibi medyanın etkisinde kalıp Amy'e inanılmaz bir sempati duyuyoruz. Hele Nick'in sevgilisi olduğunu öğrendiğimizde nefretimiz artıyor. Ta ki aslında geçmişe dönüşlerin Amy'nin hikayesi olduğunu anlayana ve sempati duyduğumuz Amy'nin bariz bir sosyopat olduğunu fark edene kadar. Film o noktada 'kadın milletinden korkulur arkadaş' dedirtiyor.
Film kadın erkek ilişkilerine o kadar farklı bir bakış açısı kazandırmış ki alışık olduğumuz gibi içlerinden birine sempati duyma arzumuz kursağımızda kalıyor. Ne Nick'e sempati duyabiliyoruz ne Amy'e hak verebiliyoruz. Bu da filmin sonunda rahatsız olmamızı kendimizi ve ilişkilerimizi de değerlendirmemizi sağlıyor böylece David Fincher yine karanlık ve nevrotik hikayesini aklımıza hapsetmiş oluyor.
Gelelim oyuncularımıza...
Ben Affleck
Asıl çıkışını Good Will Hunting ile yapan aktörümüz bu rol için biçilmiş kaftan. Nick'in rahatsız edici ve bir türlü güvenemeyişimizi aslında Ben Affleck sağlıyor. Fincher neden Affleck'i Nick rolü için istediniz sorusuna her ne kadar şakayla karışık 'Müsait olan o vardı ' cevabını verse de Nick'in Ben Affleck için çok uygun bir karakter olduğunu öngörmüş.
Shakespeare in Love, Armageddon ve Pearl Harbor filmileriyle takdirimizi alan oyuncumuz burada da üstüne düşeni fazlasıyla yerine getiriyor. Yönetmenlik koltuğuna da hakim olan oyuncumuz ne yapmamız gerektiğini en iyi bilen kişi Fincher'dı diyerek kendisini de övgüye boğuyor.
Rosamund Pike
Amy Dune karakteri için Charlize Theron, Natalie Portman ve Emily Blunt isimleri geçse de son isim Rosamund Pike olmuş. Aslında Amy Dunne karakteriyle o kadar ortak noktaları var ki son kararın kendisi olmasına şaşırmamak lazım. Amy soğuk bir güzelliğe sahip, elit zevkleri olan bir karakter. Rosamund Pike de Oxford mezunu, piyano ve çello çalabilen üstelik Fransızca ve Almanca konuşabilen, İngiliz olmasına rağmen Amerikan aksanı ile hiç yadırganmayan bir oyuncu. Kendisini
Die Another Day ve Jack Reacher'dan hatırlıyoruz. Sayesinde Amy karakterinden hem nefret ediyor hem de titizlikle planını uygulaması ve en ince detayları düşünmesi nedeniyle gizliden takdir ediyoruz. Rosamund tamda kitapta söylendiği gibi 5.5 kg almış. Fincher'ın bir sahneyi en az 20 defa çekme rahatsızlığı onuda etkilemiş tabi kafasını vurduğu sahnenin 18. tekrarında yıldızları gördüğünü belirtiyor.
Süpriz finallerin yönetmeni, klostofobik mekanları, depresif atmosferleri ve bir tutam karanlığı kullanarak filmlerine imzasını atan usta yönetmen yine kafa karıştıran bir iş yapmış.
İzlemeyenlerin acilen izlemesi, izleyenlerin de farklı bir perspektiften tekrar düşünmesini tavsiye eder iyi seyirler dilerim...
Gillian Flynn'in aynı adlı romanından uyarlanmış filmimizin senaryosunu yazmak yine Gillian Flynn'e düşmüş. Flynn'de kendi insiyatifini kullanarak filmin sonunu kitaptakinden farklı bir hale getirmiş. Kitabın 8 hafta boyunca The New York Times Best Seller listesinde kalmasına bakılacak olursa bu çok okunan kitabın sonunun birçok insan tarafından bilinmesi belkide filme uyanacak merakın azalmasına sebep olabilirdi. Gillian Flynn gibi senaryo yazmaya ve medyaya uzak olmayan bir insanın bunu hesap etmiş olması da çok olası...
Filmin yönetmen koltuğunda David Fincher'ı görüyoruz. Hollywood'un 90'larda bize armağan ettiği tam anlamıyla dahi yönetmenimiz uyarlamalara yabancı değil. Kendisi daha önce 4 farklı kitabı beyaz perdeye aktararak hayranlığımızı pekiştirmiş evet David Fincher farkı var imajını kafamıza çakmştır. (Zodiac, The Curious Case Of Benjamin Button, The Girl with Dragon Tattoo ve The Social Net work)
Gelelim filmimizin konusuna...
Amerika'nın Missouri eyaletinde esas karakterlerimiz Nick (Ben Affleck) ve Amy'nin (Rosamund Pike) beşinci yıl dönümlerinin sabahıdır. Nick dışarıdan döndüğünde Amy'nin kayıp olduğunu fark eder ve hemen polise haber verir. Ancak bu basit bir kaybolma hikayesi değildir. Yavaş yavaş evliliklerinin iç yüzü ortaya çıkmaktadır. İşin içine basın ve Nick'in hiç tanımadığı Amy'nin arkadaşları da girer ve olaylar hiçte beklenmedik bir şekilde ilerler.
Filmin başında Nick'ten nefret ediyor ve kendisini bir kaşık suda boğmak istiyoruz. Amy gibi güzel, yetenekli ve aynı zamanda asil bir kadına layık bulmuyoruz. Basında Nick nasıl gösteriliyorsa bizde halk gibi medyanın etkisinde kalıp Amy'e inanılmaz bir sempati duyuyoruz. Hele Nick'in sevgilisi olduğunu öğrendiğimizde nefretimiz artıyor. Ta ki aslında geçmişe dönüşlerin Amy'nin hikayesi olduğunu anlayana ve sempati duyduğumuz Amy'nin bariz bir sosyopat olduğunu fark edene kadar. Film o noktada 'kadın milletinden korkulur arkadaş' dedirtiyor.
Film kadın erkek ilişkilerine o kadar farklı bir bakış açısı kazandırmış ki alışık olduğumuz gibi içlerinden birine sempati duyma arzumuz kursağımızda kalıyor. Ne Nick'e sempati duyabiliyoruz ne Amy'e hak verebiliyoruz. Bu da filmin sonunda rahatsız olmamızı kendimizi ve ilişkilerimizi de değerlendirmemizi sağlıyor böylece David Fincher yine karanlık ve nevrotik hikayesini aklımıza hapsetmiş oluyor.
Gelelim oyuncularımıza...
Ben Affleck
Asıl çıkışını Good Will Hunting ile yapan aktörümüz bu rol için biçilmiş kaftan. Nick'in rahatsız edici ve bir türlü güvenemeyişimizi aslında Ben Affleck sağlıyor. Fincher neden Affleck'i Nick rolü için istediniz sorusuna her ne kadar şakayla karışık 'Müsait olan o vardı ' cevabını verse de Nick'in Ben Affleck için çok uygun bir karakter olduğunu öngörmüş.
Shakespeare in Love, Armageddon ve Pearl Harbor filmileriyle takdirimizi alan oyuncumuz burada da üstüne düşeni fazlasıyla yerine getiriyor. Yönetmenlik koltuğuna da hakim olan oyuncumuz ne yapmamız gerektiğini en iyi bilen kişi Fincher'dı diyerek kendisini de övgüye boğuyor.
Rosamund Pike
Amy Dune karakteri için Charlize Theron, Natalie Portman ve Emily Blunt isimleri geçse de son isim Rosamund Pike olmuş. Aslında Amy Dunne karakteriyle o kadar ortak noktaları var ki son kararın kendisi olmasına şaşırmamak lazım. Amy soğuk bir güzelliğe sahip, elit zevkleri olan bir karakter. Rosamund Pike de Oxford mezunu, piyano ve çello çalabilen üstelik Fransızca ve Almanca konuşabilen, İngiliz olmasına rağmen Amerikan aksanı ile hiç yadırganmayan bir oyuncu. Kendisini
Die Another Day ve Jack Reacher'dan hatırlıyoruz. Sayesinde Amy karakterinden hem nefret ediyor hem de titizlikle planını uygulaması ve en ince detayları düşünmesi nedeniyle gizliden takdir ediyoruz. Rosamund tamda kitapta söylendiği gibi 5.5 kg almış. Fincher'ın bir sahneyi en az 20 defa çekme rahatsızlığı onuda etkilemiş tabi kafasını vurduğu sahnenin 18. tekrarında yıldızları gördüğünü belirtiyor.
Süpriz finallerin yönetmeni, klostofobik mekanları, depresif atmosferleri ve bir tutam karanlığı kullanarak filmlerine imzasını atan usta yönetmen yine kafa karıştıran bir iş yapmış.
İzlemeyenlerin acilen izlemesi, izleyenlerin de farklı bir perspektiften tekrar düşünmesini tavsiye eder iyi seyirler dilerim...
6 Ocak 2014 Pazartesi
Django Unchained (Zincirsiz)
Belki de yönetmenin Tarantino olması nedeniyle daha gösterime girmeden çok ses getiren bir film oldu Django. Tarantino bir Western film çekerse nasıl olur diye merak edenlerin kesinlikle görmesi gereken bir film. Usta yönetmen ' Hep Western yapmak istemiştim, her tür Western'i severim ama Spaghetti Western benim favorim olduğu için eğer böyle bir film seçersem Sergio Leone evreninde geçmeli diye düşünmüştüm' demiş ve dediğini de yapmış. Spaghetti Western dönemin İtalyan yönetmen ve yapımcıları tarafından düşük bütçeyle çekilmiş kovboy filmlerine verilen bir yakıştırma. Yakıştırma diyorum çünkü başlarda küçümsemek adına yapılan bu yakıştırma bu tarz filmlerin tutmasıyla alternatif bir Western olarak karşımıza çıkıyor. İtalyan asıllı Tarantino'nun da Spaghetti Western yapmak istemesi oldukça manidar aslında.
Daha filmin başlangıcında cast ın geçtiği yazı karakteri kullanılan renk resmen bizi pazar günleri TRT de gördüğümüz kovboy filmlerine döndürüyor. Hatta öyle ki bir yerlerden Clint Eastwood mu çıkacak beklentisine kapılmaktan kendimizi alamıyoruz.
Konudan bahsetmek gerekirse, ödül avcısı Alman diş hekimimiz Dr. King Schultz Brittle kardeşleri yakalamak istemektedir ancak bu adamları tanımadığından onları yakinen tanıyan Django'yu bularak işe koyulmuştur. Nitekim bu inanılmaz derecede kibar ve bir o kadar da deli doktorumuz Django'yu bulur. Irkçı karşıtı doktorumuz ve aslında bir köle olan Django arasında enterasan bir ortaklık başlar. Bu ortaklık öyle bir hal alır ki nedense doktorumuz Django'nun başka bir aileye satılan köle karısını bulmak için canını tehlikeye atar.
Tarantino iç savaş öncesi dönemi anlattığı filmde mesaj kaygısı taşımamış ancak filmin her sahnesinde mesajları eritip önümüze koymuş. Köleliğin, ırkçılığın yüzümüze yapıştırıldığı filmde tam bir Amerika eleştirisi yapılıyor bunun yanında Avrupalı insanın da hümanistliği gözümüze sokuluyor.
Kovboy filmlerinde zenci bir kovboy görmemiş olmamız, at üstündeki Django'yu gören Texas sakinleri kadar bizi de şaşırtıyor ve bu ırkçı zihniyetin iğrençliği de iyice canımızı sıkıyor.
Oyuncular gerçekten müthiş bir performans sergiliyorlar...
Dr. King Schutz ( Christoph Waltz)
Ödül avcısı diş hekimimiz Schutz beklenmedik yerlerde enterasan cinayetlerle bizi şaşırtıyor. Irkçılık karşıtı, kibar ve kelimenin tam anlamıyla hümanist bir tarafı da. var kendisinin. Dr. Schultz'un bu derece iyilik meleği olmasının tam olarak açıklanamamış olması biraz rahatsız edici, ama Christoph Waltz'un oyunculuğu o kadar inandırıcı ki, filmi izlerken böyle birinin varlığına inanıyoruz. Daha önce Soysuzlar Çetesi'nde Tarantino ile çalışmış olan Waltz oradaki rolüne benzer mimikler sergilemiş. Bunun sebebi belki de karakterlerin ortak paydalarının Alman asıllı olmasıdır kimbilir.
Calvin Candie (Leonardo Di Caprio)
Candyland'in ele avuca sığmaz sahibi Calvin Candie. Bu rol için başta daha yaşlı bir karakter planlamış ustamız Tarantino ancak nedense sonradan Di Caprio ile anlaşmışlar ve genç mirazyedi fikri daha cezbedici gelmiş. Di Caprio'nun bu rolü özellikle oynama sebebi sanırım ilk kez kötü adam rolünde karşımıza çıkarken aldığı haz. Sürekli iyi çoçuk yaşı ilerleyince de oynadığı iyi adam rolleri bir yerden sonra sıkmaya başlamış belli ki...
Filmde Candyland'de doktorumuzu ve Django'yu ağırlarken masa başında öyle bir oyunculuk sergiliyor ki iyi ki di Caprio oynamış bu rolü diyoruz. Hatta o sahnede masaya elini vururken gerçekten elinin kesilmesi buna aldırmadan sahneye devam etmesi nasıl bir konsantrasyon bu kardeşim dedirtiyor insana. Açıkçası Calvin Candie'yi biraz daha tanımak davranışlarındaki bozuklukların sebebini daha net anlamak istiyor insan. Belki bu istek Di Caprio'nun hep başrollerde olmasına alışmamış olmamızdandır.
Stephen (Samuel L. Jackson)
Pulp Fiction ve Jackie Brown'da Tarantino ile çalışan Jackson kelimenin tam anlamı ile filmde parlıyor. Stephen kendisi de zenci olmasına rağmen beyazlardan daha beyaz davranışlarıyla iyice nefretimizi kabartıyor. Bu rolü Jackson2dan baka bu denli köpürtemezdi. Yapılan makyaj da oldukça başarılı bunu söylemeden geçmemek lazım. Filmin sonlarında karşımıza çıkan Stephen resmen Django'dan daha fazla iz bırakıyor hafızalarımızda.
Django (Jamie Foxx)
Tabi ki Django... Oskarlı oyuncumuz Jamie Foxx gayet kararında bir oyunculuk sergilemiş ve Django'nun hakkını vermiş. Tarantino senaryoyu yazarken başta Will Smith'i düşünmüş ancak Smith zaman sıkıntısı nedeni ile rolü kabul etmeyince Django Jamie Foxx'a kalmış. Will Smith'in daha masum ve yumuşak hatlı yüzü ve itaatkar tavırları Django'yu bambaşka bir yerlere taşıyabilirdi. Gönül telime dokundu gibi klişe cümleler kullanabilirdik belki Smith'i Django olarak görseydik...
Bazı yönetmenlerin imzası filmlerinde net bir şekilde görülebilmekte... Tarantino'da kelimenin tam manasıyla böyle bir yönetmen. Kanlı sahnelerin abartısı, şiddetin estetik ve biraz da özendirici şekilde sunumu ve o müzikler... Tabi kendisini de filmin sonunda görüyoruz, hiçbir yönetmende olmayan bu kamera önündeki öz güven resmen şapka çıkarmamızı sağlıyor. Senaryoyu yazıp üstüne bir de filmi yönetmek her yiğidin harcı değil ama konu Tarantino olunca fazla söze de gerek kalmıyor aslında.
Müzikler öyle başarılı ki sanki sahneler yazılırken müziklere göre derlenmiş hissine kaplıyor insan.
İzlenesi, görülesi film Django... Her sahnesi için saatlerce konuşmak tartışmak mümkün...
Belki de yönetmenin Tarantino olması nedeniyle daha gösterime girmeden çok ses getiren bir film oldu Django. Tarantino bir Western film çekerse nasıl olur diye merak edenlerin kesinlikle görmesi gereken bir film. Usta yönetmen ' Hep Western yapmak istemiştim, her tür Western'i severim ama Spaghetti Western benim favorim olduğu için eğer böyle bir film seçersem Sergio Leone evreninde geçmeli diye düşünmüştüm' demiş ve dediğini de yapmış. Spaghetti Western dönemin İtalyan yönetmen ve yapımcıları tarafından düşük bütçeyle çekilmiş kovboy filmlerine verilen bir yakıştırma. Yakıştırma diyorum çünkü başlarda küçümsemek adına yapılan bu yakıştırma bu tarz filmlerin tutmasıyla alternatif bir Western olarak karşımıza çıkıyor. İtalyan asıllı Tarantino'nun da Spaghetti Western yapmak istemesi oldukça manidar aslında.
Daha filmin başlangıcında cast ın geçtiği yazı karakteri kullanılan renk resmen bizi pazar günleri TRT de gördüğümüz kovboy filmlerine döndürüyor. Hatta öyle ki bir yerlerden Clint Eastwood mu çıkacak beklentisine kapılmaktan kendimizi alamıyoruz.
Konudan bahsetmek gerekirse, ödül avcısı Alman diş hekimimiz Dr. King Schultz Brittle kardeşleri yakalamak istemektedir ancak bu adamları tanımadığından onları yakinen tanıyan Django'yu bularak işe koyulmuştur. Nitekim bu inanılmaz derecede kibar ve bir o kadar da deli doktorumuz Django'yu bulur. Irkçı karşıtı doktorumuz ve aslında bir köle olan Django arasında enterasan bir ortaklık başlar. Bu ortaklık öyle bir hal alır ki nedense doktorumuz Django'nun başka bir aileye satılan köle karısını bulmak için canını tehlikeye atar.
Tarantino iç savaş öncesi dönemi anlattığı filmde mesaj kaygısı taşımamış ancak filmin her sahnesinde mesajları eritip önümüze koymuş. Köleliğin, ırkçılığın yüzümüze yapıştırıldığı filmde tam bir Amerika eleştirisi yapılıyor bunun yanında Avrupalı insanın da hümanistliği gözümüze sokuluyor.
Kovboy filmlerinde zenci bir kovboy görmemiş olmamız, at üstündeki Django'yu gören Texas sakinleri kadar bizi de şaşırtıyor ve bu ırkçı zihniyetin iğrençliği de iyice canımızı sıkıyor.
Oyuncular gerçekten müthiş bir performans sergiliyorlar...
Dr. King Schutz ( Christoph Waltz)
Ödül avcısı diş hekimimiz Schutz beklenmedik yerlerde enterasan cinayetlerle bizi şaşırtıyor. Irkçılık karşıtı, kibar ve kelimenin tam anlamıyla hümanist bir tarafı da. var kendisinin. Dr. Schultz'un bu derece iyilik meleği olmasının tam olarak açıklanamamış olması biraz rahatsız edici, ama Christoph Waltz'un oyunculuğu o kadar inandırıcı ki, filmi izlerken böyle birinin varlığına inanıyoruz. Daha önce Soysuzlar Çetesi'nde Tarantino ile çalışmış olan Waltz oradaki rolüne benzer mimikler sergilemiş. Bunun sebebi belki de karakterlerin ortak paydalarının Alman asıllı olmasıdır kimbilir.
Calvin Candie (Leonardo Di Caprio)
Candyland'in ele avuca sığmaz sahibi Calvin Candie. Bu rol için başta daha yaşlı bir karakter planlamış ustamız Tarantino ancak nedense sonradan Di Caprio ile anlaşmışlar ve genç mirazyedi fikri daha cezbedici gelmiş. Di Caprio'nun bu rolü özellikle oynama sebebi sanırım ilk kez kötü adam rolünde karşımıza çıkarken aldığı haz. Sürekli iyi çoçuk yaşı ilerleyince de oynadığı iyi adam rolleri bir yerden sonra sıkmaya başlamış belli ki...
Filmde Candyland'de doktorumuzu ve Django'yu ağırlarken masa başında öyle bir oyunculuk sergiliyor ki iyi ki di Caprio oynamış bu rolü diyoruz. Hatta o sahnede masaya elini vururken gerçekten elinin kesilmesi buna aldırmadan sahneye devam etmesi nasıl bir konsantrasyon bu kardeşim dedirtiyor insana. Açıkçası Calvin Candie'yi biraz daha tanımak davranışlarındaki bozuklukların sebebini daha net anlamak istiyor insan. Belki bu istek Di Caprio'nun hep başrollerde olmasına alışmamış olmamızdandır.
Stephen (Samuel L. Jackson)
Pulp Fiction ve Jackie Brown'da Tarantino ile çalışan Jackson kelimenin tam anlamı ile filmde parlıyor. Stephen kendisi de zenci olmasına rağmen beyazlardan daha beyaz davranışlarıyla iyice nefretimizi kabartıyor. Bu rolü Jackson2dan baka bu denli köpürtemezdi. Yapılan makyaj da oldukça başarılı bunu söylemeden geçmemek lazım. Filmin sonlarında karşımıza çıkan Stephen resmen Django'dan daha fazla iz bırakıyor hafızalarımızda.
Django (Jamie Foxx)
Tabi ki Django... Oskarlı oyuncumuz Jamie Foxx gayet kararında bir oyunculuk sergilemiş ve Django'nun hakkını vermiş. Tarantino senaryoyu yazarken başta Will Smith'i düşünmüş ancak Smith zaman sıkıntısı nedeni ile rolü kabul etmeyince Django Jamie Foxx'a kalmış. Will Smith'in daha masum ve yumuşak hatlı yüzü ve itaatkar tavırları Django'yu bambaşka bir yerlere taşıyabilirdi. Gönül telime dokundu gibi klişe cümleler kullanabilirdik belki Smith'i Django olarak görseydik...
Bazı yönetmenlerin imzası filmlerinde net bir şekilde görülebilmekte... Tarantino'da kelimenin tam manasıyla böyle bir yönetmen. Kanlı sahnelerin abartısı, şiddetin estetik ve biraz da özendirici şekilde sunumu ve o müzikler... Tabi kendisini de filmin sonunda görüyoruz, hiçbir yönetmende olmayan bu kamera önündeki öz güven resmen şapka çıkarmamızı sağlıyor. Senaryoyu yazıp üstüne bir de filmi yönetmek her yiğidin harcı değil ama konu Tarantino olunca fazla söze de gerek kalmıyor aslında.
Müzikler öyle başarılı ki sanki sahneler yazılırken müziklere göre derlenmiş hissine kaplıyor insan.
İzlenesi, görülesi film Django... Her sahnesi için saatlerce konuşmak tartışmak mümkün...
1 Aralık 2013 Pazar
Gravity (Yerçekimi)
Son dönem ses getiren bir film Gravity...
Ses getirmesinin önemli nedeni belki de 100 000 000$ lık bütçesidir. Açıkcası Titanic'in yarısı kadar bir bütçesi var ancak film yalnızca iki oyuncu üstünden ilerliyor ve mekansız senaryosuyla bütçeyi duyunca ister istemez kendimizi beklentilere kaptırmaktan alamıyoruz...
Konusuna kısaca değinmek gerekirse, her halinden zeki olduğu belli olan doktorumuz Ryan Stone (Sandra Bullock) vurdumduymazlığını net bir şekilde hissettiğimiz deneyimli astronotumuz Matt Kowalsky (George Clooney) ile bir uzay yolculuğuna çıkarlar. Görevleri Hubble Teleskobunu tamir etmek ve geri dönmektir. Herşey rutin ve yolunda görünürken olanlar olur. Uzayda yapayalnız kalan bu iki astronot bir şekilde hayatta kalmaya çalışacaklar ve yaşadıkları gerilimle bizi bizden alacaklardır.
Burada olduğu gibi senaryonun kişi ve mekan tarafından kısıtlandığı filmlerin yönetmen başarı olduğunu düşünmeden kendimi alamıyorum. Meksikalı yönetmenimiz Alfonso Cuaron filmi öyle sahiplenmiş ki yönetmekle kalmamış senaryosunu oğlu ile birlikte yazmış. Harry Potter ve Azkaban Tutsağı'ndan aşina olduğumuz Cuaron, bu filmle aykırı yönetmenimiz Quentin Tarantino'nun beğendiğim 10 film listesine girmekle kalmamış Avatar filminin efsanevi yönetmeni James Cameron'dan övgüleri toplamış. 70. Venedik Film Festivali'nin açılış filmi olmasını da es geçmemek boynumuzun borcudur. Ne de olsa Venedik Film festivali dünyanın en eski film festivali ve prestijini tartışmak bile söz konusu değil...
Filmin 3D olması oldukça yerinde bir seçim olmuş. Filmi izlerken zaman zaman kendimizi uzayda hissedip Dr. Ryan'ın tüpündeki oksijen azaldığında nefessiz kalıyoruz. Matt'in rahatlığını da sempatik bulmamızın nedeni uzayın rahatsız ediliciliğini umursamaz tavırlarını rahatlatıcı olması belkide.
Gelelim filmi kendi şovuna dönüştüren Sandra Bulloc'a...
Kalbimizi Hız Tuzağı ile fethetmiş komşu kızı edalı, sevimli ve birçok kişi tarafından acayip derecede seksi bulunan Bulloc Dr. Ryan rolüyle karşımızda. Açıkcası bu rolün kendisinden önce birçok farklı kişiye teklif edilmiş olması sanırım onun adına üzücü olmuştur. Söylenenlere göre Angelina Jolie bu rolü iki defa reddetmiş, daha sonra Nathalie Portman'a sunulan teklif oyuncunun hamile olması nedeni ile dolaylı bir red daha almıştır. Rachel Weisz, Naomi Watts, Marion Cotillard, Sienna Miller ve Scarlett Johansson gibi gözde birçok oyuncu düşünülmüş hatta birkaçı ile görüşme bile yapılmış. ancak rolü Bulloc üstlenmiştir. Genelde komedi filmlerinde görmeye alıştığımız Oscar ödüllü oyuncu filmde oldukça başarılı bir performans sergilemiş ve son kararın kendisi için verilmesini sonuna dek hakketmiştir. Bulloc'un yerçekimi olmayan bir ortamdaymış gibi hareket edebilmek için hareket koçuyla çalışmalar yaptığını da söylemeden geçmek olmaz...
George Clooney'den bahsetmezsek ayıp etmiş oluruz...
Clooney'de Bulloc ile aynı kaderi yaşamış film için kendisinden önce Robert Downey Jr. düşünülmüş... Normal hayatında da eşek şakaları ile meşhur olan, yaşlanmaktan korkmayan kimilerine göre geç keşfedilmiş Oscarlı oyuncumuz Clooney de doğrusu rolünün hakkını vermiş.Matt karakterinin umursamaz ama kendinden emin tavırları uzayda bir akıl hocasına ihtiyaç duyan Ryan'ın sığınağı olmuş adeta.
Uzayda olduğunuz hissetmek isterseniz,kesinlikle filmi izlemenizi tavsiye ederim. Film sizi uzayın derinliklerine çağırıp orada bırakıyor.
16 Ekim 2013 Çarşamba
Çingeneler Zamanı (Dom Za
Vesanje/ Time of the Gypsies)
Muhteşem
müziklerle yoğrulmuş, acıklı kimi zaman komik ve tam anlamıyla gerçekçiliği ile bizi sarmalayan bir
film...
Herhalde Çingeneler Zamanı'nın bu kadar gerçekçi olmasının en büyük sebebi, filmin
tamamının çingenece çekilmesi ve oyuncuların çingene olması.
1988 yapımı Emir
Kusturica'nın en iyi filmi olarak kabul edilen Çingeneler Zamanı Goran Bregoviç
besteleri ile bizi kalbimizden vuruyor...
Esas oğlan Perhan çok sevdiği ninesi,başa bela dayısı ve hasta kız kardeşi ile yaşayan telekinezik güçleri olan çingene bir gençtir. Boşuna esas oğlan demedik kendisi saf ve güzel kızımız Azra'ya aşıktır.
Olaylar bir şekilde gelişir ve Perhan kız kardeşini hastahaneye yatırma sözü veren çingenelerin şampiyonu (şahı) olarak tanıtılan Ahmet ile İtalya'ya doğru yola çıkar. Bu seyahat ile filmimiz farklı bir şekilde ilerlemeye başlar...Perhan bu yeni hayata, para biriktirmek ve Azra ile evlenebilmek için uyum sağlamaya çalışır. Bir yandan da hasta kardeşini bulmaya çalışır.(Film bazı noktalarda Türkan Şoray'ın Azap filmini hatırlatmakta senaryodaki benzerlik bizde de özgün bir şeyler çıkabilir fikrinin kafamızda yankılanmasına sebep olmakta)
Filmin oyuncularına bir göz atmasak ayıp etmiş oluruz...
Esas oğlan Perhan ( Davor Dujmovic)
Hindisiyle özel bir bağ kuran, duygusal, ve ninesinin bir tanesi Perhan. Azra'ya olan saf temiz aşkıyla bizi alıp götüren Davor muhteşem meyhane sahnesiyle bizi etkisi altına alır. Hele ninesine söylediği cümle yok mu işte o filmin en vurucu repliğidir. 'Kendime yalan söylemeye başladığımdan beri kimseye inanmıyorum'
Filmde başaramadığı intiharı 1999 yılında gerçek hayatında başarmış, filmi sevenlerin derin üzüntüsüne sebep olmuştur Davor.
Perhan'ın o akıllara zarar meyhane sahnesini paylaşmamak olmaz...
Tatlı ninemiz (Ljubica Adzovic)
Khaditza karakterini canlandıran mistik güçleri olan Perhan'ın biricik ninesi Ljubica Adzovic... Kendisini birde Kara Kedi Ak Kedi filminde görme şansına erişiyoruz. Sigara tüttürmesini garipsemediğimiz, içki içmesini bile içten bulduğumuz Khaditza anaç tavrından hiçbir şey kaybetmiyor.Yaptığı elma şekerlerini unutmak mümkün değil.
Film çingenece, insan yer yer bir şeyler anlayacak gibi oluyor hatta 'komşu, haydi, naş (argo ama yine de kullanılıyor)' gibi birkaç Türkçe sözcük yakalamak da mümkün.
Filmin unutulmaz Hıdrellez sahnesini es geçmeyi düşünmek bile yanlış olur.
Çingeneler Hint-Avrupa kökenli kalaycılık ve müzisyenlikte öne çıkan bir halktır.
Çingeneler zamanındaki kutlamanın hikayesine değinmek gerekirse; Kalaycılıkla geçinen çingeneler havalar ısınınca su kenarında toplanıyor ve kalay işlerini bitirince de nehir kenarında güneşe doğru dönüp nehirden sularını üstlerine serpiyorlar ve dua ediyorlar. Ateş yakıp dilek diliyorlar... Emir Kusturica bu ritüeli Ederlezi (Hıdrellez) müziği eşliğinde gözler önüne seriyor.
Kim ne derse desin bu filmin en önemli özelliği müzikleri... Filmde Goran Bregoviç imzasını net bir şekilde görüyor ve kendisine hayran olmadan duramıyoruz. Ederlezi içimizi acıtırken birden Oya- Bora dan dinlediğimiz Sevmek Zamanı 'nın müziği ile canlanıyoruz.Belki de filmi bu kadar tanıdık yapan şey Goran Bregoviç'e olan gizli aşinalığımız. Sezen Aksu'nun Düğün ve Cenaze albümündeki tüm müziklerin Goran Bregoviç'e ait olması hatta bazılarının Emir Kusturica'nın film müzikleri olması aşinalığımızın en önemli sebebi belki.
Bu kadar müzik demişken filmden bir müzik paylaşmayı görev bilir, muhteşem melodilere bir hatırlatma yapması niyeti ile sunarım.
Tabi ki Emir Kusturica'ya bir selam çakmak görevimizdir. Her ne kadar kendisinin 'Biz sadece Türklerden canımızı kurtarmak için müslüman olduk' sözlerine üzülsek de hakkını teslim etmek görevimizdir...(47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde jüri başkanı olarak görev yapacak olması özellikle 'Bal' film ekibinin protestolarına neden olmuş kendisi de tepkiler yüzünden ülkesine dönmüştür.Her ne kadar kendisi söylediği sözlerin çarpıtıldığını ve abartıldığını söylese de açıklamalarının can sıkıcı olmasını yadsıyamayız. Siyasetin sanattan uzak durması gerektiğini düşünen biri olarak bu konuya detaylı bir şekilde değinmeyi uygun bulmadığımı belirtmek isterim)
Kendisinin bir müzik geçmişi olması belki filmin müziklerinin bu kadar öne çıkmasına sebep olmuştur.1988 de Cannes Film Festival'inde en iyi yönetmen ödülünü Çingeneler Zamanı ile almış adını uluslararası arenada duyurmuştur. Filmdeki hikayelerin gerçek hikayelerden yola çıkılarak kafasında şekillendiği ise bilinmektedir...
Filmin müziklerinde kaybolmanız dileği ile...
6 Ekim 2013 Pazar
Fight Club (Dövüş Kulübü)...
Bu filmden bahsetmemek olmazdı... İlk paylaşımlarım tabi ki beni en çok etkileyen filmler üzerinden olacak :)
Chuck Palahniuk'in yazdığı kitabı, David Fincher usta dokunuşları ile muhteşem bir film olarak bizlere sunmuş. (Fincher bu filmin yanı sıra Yedi, Zodiact ve Benjamin Buttom'un Tuhaf Hikayesi gibi filmleri ile kalbimizi fethetmiştir )
Filmin konusundan kısaca bahsetmek gerekirse; adamımız Jack (Edward Norton)
uykusuzluk problemleri ile boğuşmaktadır ve belki de tek düze hayatı kendisini boğduğu için bilinçaltında farklı arayışlar içerisindedir. Derdinin çaresini grup terapilerinde arayan Jack tam da bu sırada bir terapide Marla (Helena Bonham Carter) ile tanışır. Marla rahat tavırları hayata dair garip bakış açısı ile Jack'i bir şekilde etkiler. Bu tanışmadan kısa bir süre sonra Jack'in hayatını değiştirecek olan, hayatın acı gerçeklerini hiç çekinmeden insanın suratına yapıştıran Tyler Durden (Brad Pitt); Jack'in hayatına resmen dalar.Durden Jack'in ulaşmak istediği tüm hedeflere ulaşmış olan bir adamdır. Jack'i asla hakkında konuşulmaması gereken bir organizasyon olan 'Dövüş Kulübü' ile tanıştıracaktır.
Filmin konusundan kısaca bahsetmek gerekirse; adamımız Jack (Edward Norton)
uykusuzluk problemleri ile boğuşmaktadır ve belki de tek düze hayatı kendisini boğduğu için bilinçaltında farklı arayışlar içerisindedir. Derdinin çaresini grup terapilerinde arayan Jack tam da bu sırada bir terapide Marla (Helena Bonham Carter) ile tanışır. Marla rahat tavırları hayata dair garip bakış açısı ile Jack'i bir şekilde etkiler. Bu tanışmadan kısa bir süre sonra Jack'in hayatını değiştirecek olan, hayatın acı gerçeklerini hiç çekinmeden insanın suratına yapıştıran Tyler Durden (Brad Pitt); Jack'in hayatına resmen dalar.Durden Jack'in ulaşmak istediği tüm hedeflere ulaşmış olan bir adamdır. Jack'i asla hakkında konuşulmaması gereken bir organizasyon olan 'Dövüş Kulübü' ile tanıştıracaktır.
Peki bu filmi bu kadar efsanevi hale getiren muhteşem senaryosu mu, harika kadrosu mu yoksa David Fincher'in usta dokunuşları mı? İşte bu 3 unsurun bir araya gelmesi filmi kült filmler arasına sokmuş bununla kalmamış bir dönemin fenomen yapımı haline getirmiş.
Filmin replikleri bir baş ucu kitabına dönüştürülebilecek kadar hayattandı ve içimize işlemişti.
Her şeyi kontrol etmeye çalışmaktan vazgeç, bırak ne olacaksa olsun. Bırak olsun demişti Tyler... Zaman zaman benim de çevremde birçok kişinin de kafasından geçen cümleyi söyleyivermişti işte.
Başka neler dememişti ki Tyler aklımızda zihnimizde yankılanan şeyleri sıralamıştı. ' Biz Televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük, ama olmayacağız. Şimdi bunu anlamaya başlıyoruz. Bu cümleyi bir sinema tanrısı olan Brad Pitt'in ağzından duymak da tam bir ironiydi bizi sarmalayan...
Benim için can alıcı replik tüm umudumuzu kaybetmek özgürlüktür...
1999 yapımı film güncelliğini hiç yitirmeyecek olan modern yaşamın getirdiği modern köleliği muhteşem replikleri ile gözümüze sokmuştur. İşte bu rahatsız edici tutumdur belki de insanı düşünmeye ve sorgulamaya itip kafamıza altın harflerle Tyler Durden alt kimliğini kazıyan...
Harika kadro demişken onlardan bahsetmemek olmaz...
Edward Norton
American History X fimindeki neonazi tiplemesinden sonra sakin Jack karakteri ile karşımıza çıkması seyirciyi şaşırtmış olsa gerek ama eminim bu iki karakterin de bu denli gerçekçi bir şekilde anlatılması takdir edilesidir.
Bu rol için dövüş dersleri aldığını da belirtmeliyim.
Helena Bonham Carter
İnsan soylu bir aileden gelip bu durumu içine sindiremez mi? işte Helena Bonham tam da böyle bir insan. Filmdeki sigara içme sahnesi hala Dövüş Kulübü deyince birçok insanın gözünün önüne gelen ilk sahne... Bunda Marla karakterinin enteresan hallerinin yanı sıra Helena Bonham'ın oyunculuğunun da etkisi büyük.
Brad Pitt
Bir alter egom olacaksa Tyler olsun dedirten performans... Seven filminde bu adam sadece yakışıklı değil oyunculuğu da iyimiş dediğimiz Fight Club'da ise o bir fenomen deyip başımızı eğdiğimiz Brad Pitt daha sonra oynadığı Snatch filmi ile bence yeri doldurulamayacak bir tahta oturdu.
David Fincher unsuruna gelince...
Bir şizofreni hastasının gözünden olayların anlatılması bunun seyirci tarafından yadırganmaması bir yönetmenin başarısından başka nedir? Dövüş sahnelerin gerçekçiliği, bazı sahnelerin yıllar önceki bir filme ait değilmiş gibi gözümüzün önünde olması bunu Fincher unsuru diye özetleyebiliriz, başka bir şey diyemeyiz.
Bazı yönetmenlerin bazı oyunculara takıntılı olduğunu düşünürüm hep Fincher'ın takıntısının Brad Pitt olduğunu düşünüyorum.
İzlemeyenlerin izlemesi, izleyenlerinse tekrar tekrar izlemesi dileği ile...
Filmin replikleri bir baş ucu kitabına dönüştürülebilecek kadar hayattandı ve içimize işlemişti.
Her şeyi kontrol etmeye çalışmaktan vazgeç, bırak ne olacaksa olsun. Bırak olsun demişti Tyler... Zaman zaman benim de çevremde birçok kişinin de kafasından geçen cümleyi söyleyivermişti işte.
Başka neler dememişti ki Tyler aklımızda zihnimizde yankılanan şeyleri sıralamıştı. ' Biz Televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük, ama olmayacağız. Şimdi bunu anlamaya başlıyoruz. Bu cümleyi bir sinema tanrısı olan Brad Pitt'in ağzından duymak da tam bir ironiydi bizi sarmalayan...
Benim için can alıcı replik tüm umudumuzu kaybetmek özgürlüktür...
1999 yapımı film güncelliğini hiç yitirmeyecek olan modern yaşamın getirdiği modern köleliği muhteşem replikleri ile gözümüze sokmuştur. İşte bu rahatsız edici tutumdur belki de insanı düşünmeye ve sorgulamaya itip kafamıza altın harflerle Tyler Durden alt kimliğini kazıyan...
Harika kadro demişken onlardan bahsetmemek olmaz...
Edward Norton
American History X fimindeki neonazi tiplemesinden sonra sakin Jack karakteri ile karşımıza çıkması seyirciyi şaşırtmış olsa gerek ama eminim bu iki karakterin de bu denli gerçekçi bir şekilde anlatılması takdir edilesidir.
Bu rol için dövüş dersleri aldığını da belirtmeliyim.
Helena Bonham Carter
İnsan soylu bir aileden gelip bu durumu içine sindiremez mi? işte Helena Bonham tam da böyle bir insan. Filmdeki sigara içme sahnesi hala Dövüş Kulübü deyince birçok insanın gözünün önüne gelen ilk sahne... Bunda Marla karakterinin enteresan hallerinin yanı sıra Helena Bonham'ın oyunculuğunun da etkisi büyük.
Brad Pitt
Bir alter egom olacaksa Tyler olsun dedirten performans... Seven filminde bu adam sadece yakışıklı değil oyunculuğu da iyimiş dediğimiz Fight Club'da ise o bir fenomen deyip başımızı eğdiğimiz Brad Pitt daha sonra oynadığı Snatch filmi ile bence yeri doldurulamayacak bir tahta oturdu.
David Fincher unsuruna gelince...
Bir şizofreni hastasının gözünden olayların anlatılması bunun seyirci tarafından yadırganmaması bir yönetmenin başarısından başka nedir? Dövüş sahnelerin gerçekçiliği, bazı sahnelerin yıllar önceki bir filme ait değilmiş gibi gözümüzün önünde olması bunu Fincher unsuru diye özetleyebiliriz, başka bir şey diyemeyiz.
Bazı yönetmenlerin bazı oyunculara takıntılı olduğunu düşünürüm hep Fincher'ın takıntısının Brad Pitt olduğunu düşünüyorum.
İzlemeyenlerin izlemesi, izleyenlerinse tekrar tekrar izlemesi dileği ile...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)